Meram Bağları

Meram’da ne bağ kaldı ne bağban artık. Dutlu Kırı Bağları, Kum Bağları, Hocacihan Bağları, Meramdere Bağları ve nihayet Meram Bağları birer nostalji  oldular. Bazen Meram Bağları’na nasıl gidilir diye soran yabancılara rastlarım. Onlara derim ki; gidince Meram’a bağ aramayın, şaşırmayın görmez iseniz. Ama dedik ya burada eski Meram’ı anlatacağız diye. Aşağıdaki yazılar eski Meram zamanlarından. Buyrun okuyun…

MERAM VE ÇEVRESİNDEKİ ÜZÜM BAĞLARI
Merhum A. Sefa ODABAŞI’dan bir yazı…

Leziz ve nazik bir meyve olan bir salkım üzümdeki letafet, bir demet güldeki güzellik ile eş değerdir.
Konya’nın ehl-i dil ve ehl-i merak halkı bu güzelliği keşfetmese, Meram’a gidip gül bahçesinin yanında asmalar ve üzüm çubukluğu yetiştirilir miydi?
Tarihi süreç içindeki Meram Bağları hiçbir zaman önemini yitirmemiştir. Dünden bugüne asmalar ve üzüm çubukları adeta Meram’ın simgesi olmuş, Yaka Bağları’ndan Beybes’e kadar olan alandaki üzüm bağları, kan damarları gibi Meram’ı sarmalamıştır.
Cennet Meram’ın iklimi, toprağının ve suyunun sahip olduğu özellikler ve bir de bağ sahiplerinin üzüm bağı yetiştirmekteki uzmanlıkları, Meram Bağları’nın haklı bir üne sahip olmalarına neden olmuştur.
Üzüm bağı deyip geçmeyin, o da her canlı gibi bakım ister. Zamanında suyunu vereceksiniz, çubukları budayıp tımarını yapacaksınız ki size meyve versin.
Her bağ sahibi ilkbaharda, bağlar arasında akan Meram Çayı’nı tutar ve üzüm puştlarını doyuncaya kadar sulardı.
Üzüm puştuları, Selçuklular’dan, belki de daha önceki medeniyetlerden gelmiş bir sistemle düzenlenirdi. Üzüm bağının ortası çukur ve iki tarafında üzüm çubukları. Bu durum hem bağın sulanmasını ve hem de çubukların verimli bir şekilde üzüm üretmesini sağlardı.
Meramlı, yaz aylarında akşamdan soğuğu yemiş ve üzerinde çiğ damlaları bulunan bir salkım üzümle kahvaltı yapmayı dünyalarla değişmezdi. Eylül ayı, üzüm bağlarının hasat zamanıydı. Bağ sahipleri, üzümlerin olgunlaşmaya başladığı günlerden itibaren eş-dost ile beraber yerdi, üzümlerin arta kalanlarını pekmez yapmak için kullanılırdı.
Üzüm bağlarından sepetler ile toplanan üzümler her evin içinde bulunan çaraşlarda yöntemiyle ezilir, pekmez kazanlarında kaynatılarak pekmez elde edilirdi. Pekmez, kazan üzerinde sevrulurken meydana gelen köpük, ev halkı tarafından dut yaprakları daldırılarak yenildiği gibi, her pekmez kaynatan, konu-komşuya da dağıtırdı. Bugün komşuma ben köpük gönderirsem, yarın da komşum bana gönderirdi. Bu, şaşmaz bir gelenekti.
Pekmezler, her evin temel besin maddesiydi. Pekmeze, ekmeğini batırarak karnını doyurduğun gibi, tatlılarda ve helvada tatlandırıcı olarak da kullanılırdı. Gerektiğinde tahana katabilirdiniz, gerektiğinde pekmez ile türlü meyve ve sebzelerden reçel de kaynatabilirdiniz. Örneğin elma, armut, vişne, kabak, patlıcan e.s. reçellerinde olduğu gibi.
Şimdi biraz, Meram’daki üzüm bağlarından uzaklaşıp çevredeki Hatıp, Gödene, Çayırbağı, Beybes, Dutlukırı, Lalebahçe, Durunday’daki üzüm bağlarını konu edinelim.
Bu bağlarda üretilen üzümlerin büyük bir kısmı, zamanında satış için pazara indirilirdi. Bağ sahiplerinin bir çoğu bahçevan ve çiftçiydi. Satışa indirilen üzümler, sahibi olmayan Konyalılar tarafından satın alınarak yenilirdi. Adı geçen çevre bağcılar, gerek oturdukları yerlerin bağlarından gerekse kır bağlarından topladıkları üzümlerden Meram Bağcıları gibi pekmez de kaynatırdı. Ayrıca pekmezlik üzümlerin dışında bulunan büzgülü üzümlerden de kışın yenilmek üzere hevenk hevenk bağ evlerinin izbelerinde gerilen iplere dizilerek korunma altına alınırdı.
Konyalı bağcıların ürettikleri üzümler ancak yemek ve pekmez kaynatmak için yeterli bulunduğundan, bu üzümlerden kurutma girişiminde bulunmamışlardır.
Şimdi tekrar Meram’ın üzüm bağlarına dönelim. Geçmiş yılların çelebiler ve eşraf ayanın bağları hakkında çok kısıtlı bilgilere sahibiz.
Yaşadığımız yüzyılın örnek üzüm bağlarına gelince:
Bu üzüm bağları genellikle, çelebiler ile Konya zenginlerinin kullanımları altındadır.
Özellikle Bahattin Çelebi”nin üzüm bağı ile Yıldız Köşkü adıyla anılan bağın ve Vahit Çelebi’nin üzüm bağlarının ününü duymayan kimse kalmamıştır. En nadide asmalar, bu bağlarda yetiştirilmiştir. Yaz aylarında üzümlerin olgunlaşmasına yakın, asmalardaki salkımlar arılardan korunmak için beyaz patiska torbalara sokularak yeme zamanına kadar bekletilirdi.
Bu arada Konya’lı zengin Şükrü Dorugan, Hacı Rahimleren, Cimcimelerin, Nakıbın Mehmet Bey’in, Yusuf ve Ağabeyi Nazif Bey’in, Mehmet Gıcıkoğlu Bey’in Rakım Çumralı’nın ve Tolluoğulları’nın üzüm bağları da zamanın örnek bağlarından idi.
Bu güzel gelenek bugün için yaşatılıyor mu? Kuşkusuz ‘hayır’ cevabı verilecektir. Ulu üzüm bağların yerleri, puştaları parselleştirilerek işlevlerini yitirmişlerdir. Bu bağların yerine kucak kucağa villa adıyla bir takım beton yığınlar dikilerek, aralarına bağ omcaları yerine bodur çam fidanları dikilmiştir. Konya’lı kendine özgü bir damak tadı bırakan nazenin dimnit üzümü yerine yalın kabuklu Antep, Yalvaş,Isparta’nın üzümlerini yemekte, bağ ve bağcılık kültürümüz yok olup gitmektedir.
Meram’ın Değerli Belediye Başkanı Mustafa Özkan Bey’in bu acı gerçeği bildiğini ve üzüldüğünü yakınen biliyorum. Geleneklere bağlı, Konyalılar’ın bu yanlışı düzeltmesi kaçınılmaz bir görevdir.

**************************************

ŞU KONYA’NIN BAĞLARI
Prof.Dr.Saim SAKAOĞLU

Konya denilince akla Meram, Meram denilince akla bağları gelir. Artık ne eski Meram kaldı, ne de o güzelim Meram bağları…. Burhan Cahit Yalçın’ın 1949’da yayımladığı, şiirlerle nesirlerin bir arada yer aldığı ÇEŞME adlı kitapta bile Meram’ın gözü yaşlı hali dile getirilir. “Sabır otları kayaları parçaladı” cümlesi ile başlayan “Meram’a Mektup” adlı nesirde bir tükenişin, bir yok oluşun Fatiha’ları okunur gibidir:
“Çalınmadık nen kaldı ki Meram. Yetimlere döndün Meram”
Bugün Meram, eski sessizliğini kaybetmiş, Mehmet Akif’in canavarıyla boğuşmaktadır. Çocukluğumdaki Meram yok artık. O, kerpiç duvarlı, kabış çelenli, toprak damlı evlerin yerinde yeller esiyor. Yepyeni bir Meram ortaya çıkıyor, amma bağları yok artık. Meram’lı da meyveyi manavdan alıyor.
Ya Konya’nın diğer bağları? Konya’nın dört bir yani bağlık bahçelik değildi, olamazdı da. Susuzluğa mahkum edilmiş kuzeyi ile doğusunda bir batının, bir güneyin yeşilliğini bulamazsınız.
Dereköy üzerinden Meram’a, oradan da birkaç kol halinde şehrin yeşil yönlerine hayat taşıyan ırmaklar adeta Konya’yı ikiye bölüp güzelliklere “Merhaba” derlerdi. Ne zaman açıldığı bilinmeyen ırmakların kıyılarını yalaya yalaya yol alan sular gittikçe azalarak bir yerlere kadar ulaşır, sonra da kaybolup giderdi. Kimin bağında son bulurdu, hangi ağaca ulaşamadan kaybolurdu, kimseler bilemezdi.
Lâlebahçe’sinden Kovanağzı’na, Küçükaymanas’tan Büyükaymanas’a, Çaybaşı’ndan Uluırmak’a aylarca su akardı. Yüzlerce köprü ile süslenen bu ırmaklar suların taşıdığı topraklarla adeta biraz yükselir gibi olurlardı. İlkbaharda coşan sular ırmaklara sığmaz, sanki köprüleri yutuverirdi. Nice çocuk bu suların azgınlığına kurban edilmiştir.
Bu bağlara hangi ölçülere göre su verilirdi? Kim uğraşırdı bu işlerle ? Bilmem bilir misiniz; hiç duydunuz mu “Havala” kelimesini ? Biz Çaybaşı’lılar, Paşalı’lı köprülülerin komşuları sık sık işitirdik:
“Havala geliyor !..”
“İyi bakın, havala geliyor mu ?”
Çocukluğumun ilkbaharları hep “Havala”yla dolu geçti. Bize göre o, suların bahçelere dağılımını düzenleyen kişi idi. Bir nevi su dağıtım memuru idi. Aradan yıllar geçti; edebiyata merak sardım. Osmanlıca derslerim ilerledi. Derken kendi kendime bir tahminde bulundum. Dedim ki bu “havala”, bahçelere suyu havale eden kişi olmalıydı.
Sonbaharda bu bağların üzümleri “bozulur”du ; yani usulüne uygun bir şekilde toplanırdı. İri iri salkımlar selelere, sepetlere konulur, çiğnenmek üzere havuzlara taşınırdı. O, her bir dalında birer ikişer “Dene” bulunan küçük salkımlara ise, iltifat edilmez, kesilmesi için zaman harcanmazdı. Havalar soğuyup da “çıbık”lar üşüyünceye kadar gelir gider unları toplardık. “Çocukluk işte” diyemiyorum ; çünkü onun dünyalara bedel ayrı bir tadı hazzı vardı.
Pekmez kaynatırken reçel yapıldığı da olurdu. Özellikle ayva reçeli tercih edilirdi. Zaten üzüm bağlarının etrafında nasıl olsa birkaç ayva ağacı bulunurdu. Başka nelerin reçeli yapılırdı, hatırlayamıyorum.
Büyükler bu işleri yaparken biz çocuklar da, bahçenin bir köşesinde minicik bir “nakbeki”yi gömer, pekmez kaynatma işine koyulurduk. Herşeyi aynı olurdu; adeta esas düzenin yüzde bir küçültülmüş şekli olurdu. Hiçbir zaman sonuç alamazdık ama kendi kendimizi avutmaktan da vazgeçemezdik.
Dün, pekmez kaynatılan, köpük savrulan yerlerde bugün beton yığınları yükseliyor. Dün, çocukça hayallerin peşine takıldığımız bahçeler bugün çizgi film seyreden çocuklara yas tutmaktadır. Dün kirpisiyle, kaplumbağasıyla tabii güzelliğini yaşayan o eski bahçelerde bugün kafeste kuş, akvaryumda balık besleniyor. “Çocukluğum eyvah” diyesim geliyor. Eyvah ki ne eyvah..
O bahçelerde bir de güzelim erik çeşidi vardı. Lezzetini tarif için ise sözlük dolusu kelime kullanmanız gerekir. Adı bile ilgi çekiciydi; “eli böğründe”, “ağzı açık”, “tahta boş” gibi bizim ad verme yeteneğimizin dala asılmış bir güzel kelimesiydi bu ; “Hamı tatlı” (datlı) Laledeki kırmızı, menekşedeki mor nasıl bir mucize ise ondaki tat da öyle bir mucize idi. Pek de gösterişli olmayan çiçekleri bile şekil ve renk olarak ne elmanın ne de kayısınınkiyle mukayese edilemeyen bu erik, lezzet bahsine gelince ipi en önde göğüslüyordu.
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” diyeceğim ama hayali de, zamanı da askıya alan bizleriz. Ben, Konya bağlarını, hani şu atların çektiği, “yaylı” adını verdiğimiz, bazılarının üzeri örtülü olan arabalarla taşındığımız Konya bağlarını öylesine özlüyorum ki… Onlar, bizlerin yeryüzü cennetimizdi… Konya’daki cennetimizdi. Günahkar olduk, bugünlere atıldık. Artık, bizler de birer Adem, birer Havva gibi o güzelliklerden çok uzaktayız. Bilmem ki hangi sevap bizleri hayal iklimlerine yeniden kavuşturacaktır. Yoksa vuslat başka bir bahara mı kaldı!
O bağlarda çok çeşitli üzümler yetiştirilirdi. “Ak” ve “gara” sından başka “aladiriz” ve “büzgülü” adlarını verdiğimiz kimisi rengiyle, kimisi yenirken çıkardığı kütür kütür sesleriyle bizleri adeta büyüleyen üzümleri bugün hatırlayan bile kalmamıştır. İçlerinde, güneş vurdukça adeta ebemkuşağının bütün renklerini gösterenlerini hala unutabilmiş değilim. Aslında mor olmakla birlikte, hep alışkanlık üzere “gara” diye adlandırılan kimisi seyrek “deneli” kimisi sık “deneli” üzümlerin üzerindeki sabahın şebnemini bir gözyaşı gibi hissederdiniz. Ah o güzelim üzümler, mor üzümler… Sizleri bir daha nerelerde bulup da yiyebileceğim..
Siz hiç pekmez kaynatıldığını gördünüz mü? Bahçelere gömülen kocaman leğenlere günlerce pekmez kaynatılırdı. Sabahlara kadar hiç durmadan yanan ateş, şırayı pekmeze çevirdi. Bir komşununki bitince sıra öbürüne gelirdi. Sonbaharın serin gecelerinde, adeta çoban ateşleri gibi gelirdi, o iri iri odunların ateşleri.
Pekmezin “indirilmesi” de ayrı bir alemdi. Leğendeki pekmez başka kaplara, daha küçük leğenlerle kazanlarda aktarıldı. Galiba pekmezin en oynak anları bundan sonra başlayacaktır. Kaplara daldırılan iri kepçelerle pekmez savrulur, üzerinde turuncuyu hatırlatan bir köpük tabakası oluşurdu. İşte bu savrulmalar devam ettikçe köpük tabakası yükselir, kalın bir tabaka görünümünü alırdı. Sonra tabaklara, “leğenleri” adı verilen yayvan tabakalara aktarılırdı.
Köpük, tahta veya madeni kaşıklarla yenmezdi. Armut veya “susam” yapraklarıyla yenirdi; daha doğrusu bu yapraklar tercih edilirdi. Kana kana yenilen bir köpükte birkaç yaprak eskitebilirdiniz. Belki de kaşıklar, köpüğü çabucak söndürdüğü için tercih edilmezdi; kim bilir, belki de bağlık yerde kaşıkla kim uğraşacaktı.
Köpük yemenin de kendine has bir şekli vardı. Öyle çorba içer veya pilav yer gibi hareket edemezdiniz. Yapraktaki köpüğü içinize çekerken dikkatli olmalıydınız. Kesinlikle genzinize kaçırmayacaktınız onu ; yoksa Kerem’i yakan ateş, sizi boğazınızın bir yerlerinde yakalayabilirdi. Ayrıca su da içilmezdi köpük yerken ; zaten o zaman ne tadı kalırdı.
Kuş sesleriyle tabiat senfonisine yeniden adapte olabileceği, güzelim kokuların “parfüm”leşmeden genizlerimize yayılacağı, ille de çiçeklerin göz bebeklerimizde yeniden şekilleneceği günleri özlemek bile hasretim” diyen şaire sesleniyorum. Bizler, o güzelliklerin hiçbir zaman geri gelmeyeceğini bilmemize rağmen onları yanımızda hissediyoruz. Rengiyle, kokusuyla, şekliyle..
Elveda Konya bağları, elveda.. Sizler, hayalimdeki gibi kalmaya devam ediniz. Devam ediniz ve umutlarımıza umut katınız. Ömrüm oldukça sizlerin hayal iklimlerinde uçmayı umacağım, ömrüm oldukça…

************************
maarif.jpg

ZAMAN TÜNELİNDE KONYA BAĞLARI
Seyit KÜÇÜKBEZİRCİ

Konya denilince akla Meram, Meram denilince akla bağları gelir. Artık ne eski Meram kaldı, ne de o güzelim Meram bağları…. Burhan Cahit Yalçın’ın 1949′da yayımladığı, şiirlerle nesirlerin bir arada yer aldığı ÇEŞME adlı kitapta bile Meram’ın gözü yaşlı hali dile getirilir. “Sabır otları kayaları parçaladı” cümlesi ile başlayan “Meram’a Mektup” adlı nesirde bir tükenişin, bir yok oluşun Fatiha’ları okunur gibidir:
“Çalınmadık nen kaldı ki Meram. Yetimlere döndün Meram”
Bugün Meram, eski sessizliğini kaybetmiş, Mehmet Akif’in canavarıyla boğuşmaktadır. Çocukluğumdaki Meram yok artık. O, kerpiç duvarlı, kabış çelenli, toprak damlı evlerin yerinde yeller esiyor. Yepyeni bir Meram ortaya çıkıyor, amma bağları yok artık. Meram’lı da meyveyi manavdan alıyor.
Ya Konya’nın diğer bağları? Konya’nın dört bir yani bağlık bahçelik değildi, olamazdı da. Susuzluğa mahkum edilmiş kuzeyi ile doğusunda bir batının, bir güneyin yeşilliğini bulamazsınız.
Dereköy üzerinden Meram’a, oradan da birkaç kol halinde şehrin yeşil yönlerine hayat taşıyan ırmaklar adeta Konya’yı ikiye bölüp güzelliklere “Merhaba” derlerdi. Ne zaman açıldığı bilinmeyen ırmakların kıyılarını yalaya yalaya yol alan sular gittikçe azalarak bir yerlere kadar ulaşır, sonra da kaybolup giderdi. Kimin bağında son bulurdu, hangi ağaca ulaşamadan kaybolurdu, kimseler bilemezdi.
Lâlebahçe’sinden Kovanağzı’na, Küçükaymanas’tan Büyükaymanas’a, Çaybaşı’ndan Uluırmak’a aylarca su akardı. Yüzlerce köprü ile süslenen bu ırmaklar suların taşıdığı topraklarla adeta biraz yükselir gibi olurlardı. İlkbaharda coşan sular ırmaklara sığmaz, sanki köprüleri yutuverirdi. Nice çocuk bu suların azgınlığına kurban edilmiştir.
Bu bağlara hangi ölçülere göre su verilirdi? Kim uğraşırdı bu işlerle ? Bilmem bilir misiniz; hiç duydunuz mu “Havala” kelimesini ? Biz Çaybaşı’lılar, Paşalı’lı köprülülerin komşuları sık sık işitirdik:
“Havala geliyor !..”
“İyi bakın, havala geliyor mu ?”
Çocukluğumun ilkbaharları hep “Havala”yla dolu geçti. Bize göre o, suların bahçelere dağılımını düzenleyen kişi idi. Bir nevi su dağıtım memuru idi. Aradan yıllar geçti; edebiyata merak sardım. Osmanlıca derslerim ilerledi. Derken kendi kendime bir tahminde bulundum. Dedim ki bu “havala”, bahçelere suyu havale eden kişi olmalıydı.
Sonbaharda bu bağların üzümleri “bozulur”du ; yani usulüne uygun bir şekilde toplanırdı. İri iri salkımlar selelere, sepetlere konulur, çiğnenmek üzere havuzlara taşınırdı. O, her bir dalında birer ikişer “Dene” bulunan küçük salkımlara ise, iltifat edilmez, kesilmesi için zaman harcanmazdı. Havalar soğuyup da “çıbık”lar üşüyünceye kadar gelir gider unları toplardık. “Çocukluk işte” diyemiyorum ; çünkü onun dünyalara bedel ayrı bir tadı hazzı vardı.
Pekmez kaynatırken reçel yapıldığı da olurdu. Özellikle ayva reçeli tercih edilirdi. Zaten üzüm bağlarının etrafında nasıl olsa birkaç ayva ağacı bulunurdu. Başka nelerin reçeli yapılırdı, hatırlayamıyorum.
Büyükler bu işleri yaparken biz çocuklar da, bahçenin bir köşesinde minicik bir “nakbeki”yi gömer, pekmez kaynatma işine koyulurduk. Herşeyi aynı olurdu; adeta esas düzenin yüzde bir küçültülmüş şekli olurdu. Hiçbir zaman sonuç alamazdık ama kendi kendimizi avutmaktan da vazgeçemezdik.
Dün, pekmez kaynatılan, köpük savrulan yerlerde bugün beton yığınları yükseliyor. Dün, çocukça hayallerin peşine takıldığımız bahçeler bugün çizgi film seyreden çocuklara yas tutmaktadır. Dün kirpisiyle, kaplumbağasıyla tabii güzelliğini yaşayan o eski bahçelerde bugün kafeste kuş, akvaryumda balık besleniyor. “Çocukluğum eyvah” diyesim geliyor. Eyvah ki ne eyvah..
O bahçelerde bir de güzelim erik çeşidi vardı. Lezzetini tarif için ise sözlük dolusu kelime kullanmanız gerekir. Adı bile ilgi çekiciydi; “eli böğründe”, “ağzı açık”, “tahta boş” gibi bizim ad verme yeteneğimizin dala asılmış bir güzel kelimesiydi bu ; “Hamı tatlı” (datlı) Laledeki kırmızı, menekşedeki mor nasıl bir mucize ise ondaki tat da öyle bir mucize idi. Pek de gösterişli olmayan çiçekleri bile şekil ve renk olarak ne elmanın ne de kayısınınkiyle mukayese edilemeyen bu erik, lezzet bahsine gelince ipi en önde göğüslüyordu.
“Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” diyeceğim ama hayali de, zamanı da askıya alan bizleriz. Ben, Konya bağlarını, hani şu atların çektiği, “yaylı” adını verdiğimiz, bazılarının üzeri örtülü olan arabalarla taşındığımız Konya bağlarını öylesine özlüyorum ki… Onlar, bizlerin yeryüzü cennetimizdi… Konya’daki cennetimizdi. Günahkar olduk, bugünlere atıldık. Artık, bizler de birer Adem, birer Havva gibi o güzelliklerden çok uzaktayız. Bilmem ki hangi sevap bizleri hayal iklimlerine yeniden kavuşturacaktır. Yoksa vuslat başka bir bahara mı kaldı!
O bağlarda çok çeşitli üzümler yetiştirilirdi. “Ak” ve “gara” sından başka “aladiriz” ve “büzgülü” adlarını verdiğimiz kimisi rengiyle, kimisi yenirken çıkardığı kütür kütür sesleriyle bizleri adeta büyüleyen üzümleri bugün hatırlayan bile kalmamıştır. İçlerinde, güneş vurdukça adeta ebemkuşağının bütün renklerini gösterenlerini hala unutabilmiş değilim. Aslında mor olmakla birlikte, hep alışkanlık üzere “gara” diye adlandırılan kimisi seyrek “deneli” kimisi sık “deneli” üzümlerin üzerindeki sabahın şebnemini bir gözyaşı gibi hissederdiniz. Ah o güzelim üzümler, mor üzümler… Sizleri bir daha nerelerde bulup da yiyebileceğim..
Siz hiç pekmez kaynatıldığını gördünüz mü? Bahçelere gömülen kocaman leğenlere günlerce pekmez kaynatılırdı. Sabahlara kadar hiç durmadan yanan ateş, şırayı pekmeze çevirdi. Bir komşununki bitince sıra öbürüne gelirdi. Sonbaharın serin gecelerinde, adeta çoban ateşleri gibi gelirdi, o iri iri odunların ateşleri.
Pekmezin “indirilmesi” de ayrı bir alemdi. Leğendeki pekmez başka kaplara, daha küçük leğenlerle kazanlarda aktarıldı. Galiba pekmezin en oynak anları bundan sonra başlayacaktır. Kaplara daldırılan iri kepçelerle pekmez savrulur, üzerinde turuncuyu hatırlatan bir köpük tabakası oluşurdu. İşte bu savrulmalar devam ettikçe köpük tabakası yükselir, kalın bir tabaka görünümünü alırdı. Sonra tabaklara, “leğenleri” adı verilen yayvan tabakalara aktarılırdı.
Köpük, tahta veya madeni kaşıklarla yenmezdi. Armut veya “susam” yapraklarıyla yenirdi; daha doğrusu bu yapraklar tercih edilirdi. Kana kana yenilen bir köpükte birkaç yaprak eskitebilirdiniz. Belki de kaşıklar, köpüğü çabucak söndürdüğü için tercih edilmezdi; kim bilir, belki de bağlık yerde kaşıkla kim uğraşacaktı.
Köpük yemenin de kendine has bir şekli vardı. Öyle çorba içer veya pilav yer gibi hareket edemezdiniz. Yapraktaki köpüğü içinize çekerken dikkatli olmalıydınız. Kesinlikle genzinize kaçırmayacaktınız onu ; yoksa Kerem’i yakan ateş, sizi boğazınızın bir yerlerinde yakalayabilirdi. Ayrıca su da içilmezdi köpük yerken ; zaten o zaman ne tadı kalırdı.
Kuş sesleriyle tabiat senfonisine yeniden adapte olabileceği, güzelim kokuların “parfüm”leşmeden genizlerimize yayılacağı, ille de çiçeklerin göz bebeklerimizde yeniden şekilleneceği günleri özlemek bile hasretim” diyen şaire sesleniyorum. Bizler, o güzelliklerin hiçbir zaman geri gelmeyeceğini bilmemize rağmen onları yanımızda hissediyoruz. Rengiyle, kokusuyla, şekliyle..
Elveda Konya bağları, elveda.. Sizler, hayalimdeki gibi kalmaya devam ediniz. Devam ediniz ve umutlarımıza umut katınız. Ömrüm oldukça sizlerin hayal iklimlerinde uçmayı umacağım, ömrüm oldukça…

**********************************

Abdulkadir ERDOĞAN
Eski Divan Şairlerinin hepsi değilse de üçte ikisinin Konya’ya düşkün olduğunu görüyoruz. Anadolu ve Rumeli’de yetişen ne kadar adı belli şair varsa Konya’ya can atmışlar ve bir gece olsun Meram Bağları’nda (Gedâbâd)a göğüs gererek yatmışlardır. Konya zenginleri öteden beri yaz aylarını Meram Bağları’nda geçirirler. Eski zamanlarda bu Meramcılığın daha düzenli gittiğini söylerler. Türbe Önü’nde bir ev, Meram’da bir bağ edindikten sonra ölenin gözü arkasında gitmezdi. Kışın konuklarına kapılarını açmak ve onları el üzerinde tutmaktan ne kadar zevk alırlarsa yazın da Meram Bağları’nda misafirlerini ağırlamaktan o kadar haz duyarlardı. Bahar mevsimlerinde Konya’ya akın eden gizgin ve bilginler Dede Bağları’na ve Dere Bağları’na yayılarak baştan başa yeşillere bürünmüş olan Dere Boğazı’nın gözleri ve gönülleri okşayan güzelliğinden ilhamlar alırlar, mazmunlar yaratırlarmış. O devirlerden kalma şiir mecmualarında o günlerin hatıralarını tesbit edilmiş buluyoruz. Nabi, Ruhi, Sabit, Yahya, İzzet Molla, Ali gibi meşhur şairlerden başka Recai, Revani, Mahmud gibi o kadar tanınmamış bir çok şairlere katılan Nesib, Safai, Hafız, Vehbi, Garabi, Meşami gibi yerli şairlerin ve memur olarak gelipte Konya’da bir müddet kalan Mü’min, Derviş, Âkif, Ziya, Memduh, Nazım, Ali Kemal Paşaların muhtelif zamanlarda burada bıraktıkları edebi parçalar hep Meram Bağları’nın verdiği neş’enin neticesinden başka değildir. Konya’nın helvası Sedirler’in saç böreği, Dere’nin baklavası gibi Meram’ın da yazın kuzusunu, güzün çebicini bedava yedirmek Konya’lılara hiç bir külfet sayılmazmış. Yerliler yabancılara yedirdikleri helva ve baklavanın parasını almadıklarını yalnız ben söylüyorum sanmayınız. Yukarıda adlarını andığım şairler Konya’lıların bu selekliğine (Cömertlik) hep şehadet ediyorlar. Evliya Çelebi bile Konyalıların insana döve döve helva yedirdiklerini Seyahatnamesine geçirmeyi unutmamıştır. Meram’daki sayılı büyük köşkleri bir tarafa bırakalım: Şöyle böyle her bağın misafir ağırlıyabilmek için önü açık bir sekisi, yahud kavakların altına serilmiş bir kilim ve keçesi bulunurdu. İçecek sularını çaydan aldıkları ve bu suları süzmeden içmedikleri için serin bir yerde en az iki büyük küp bulundururlardı. Hangi evin küpleri dolu ve suyu duru ise sahibinin ağalığı ve ailesinin kadınlığı o nisbette üstün sayılırdı. Hatta yakınlarda ölen Konya’lı bir Hacı Ağa’nın misafirlerine ikramını daha fazla göstermek için hizmetcisine yüksek sesle: (Ahmed! Suyu onaltıncı küpten getir) dediği Konyaca mesel olmuştur. Bu küpler üzerine yine topraktan bir kapak ve kapağın üstüne üzlük dediğimiz bir bardak konur ve bununla küpten alınan su destilere doldurulur, destiler daima göz önünde bulundurulurdu. İşte Meram Bağları’nda kuzu kızartması yenirken bu kırmızı bardaklarla su içmeye herkes canını verirdi. On sekizinci asır sonlarında Konya’da bir memuriyet verdiği anlaşılan Mü’min Paşa’nın (Ahsenî) mahlâsi ile Meram âlemini tasvir ederken:
Koma elden sebûyı hiç, ayak bas bezmi rindâne
Ki daim şöhreti bardağılandır şehri Konya’nın.
Demesinden bu bardakların vaktıyla elmastıraş billûr gibi elden ele dolaştığını öğrenmekteyiz.
Konya’dan başka hiçbir yerde adı söylenmeyen Konya’nın da yalnız Meram Bağları’na serinlik serpen bir rüzgarı vardır. Buna halk (Gedâbâd) derler. Her gün ikindiden sonra bu yel çıkarken yapraklar devinmeye, ruhlar sevinmeye başlar. Bunun püfür püfür esişi, ne ağaçları fazla sallandırır, ne de öteki poyraz ve bozyel gibi hışıltı vererek ruhları sarsar. İnsanları neş’elendirmek, nebatlara serinlik vermek için, bu yel Meram semtine ayrılmış tabiatın bir mevhibesidir. Birçok yerleri gören gezginler bu hususiyeti ancak Meram Bağları’nda görebildiklerini söylemektedirler. Değerli bir şair olan Konya defterdarı Âli, Meram’ın bu zevkini hiç bir yerde bulamadığını söylüyor. Ona göre yalnız Meram Bağları değil, Konya’nın her bir bucağı cennettir. Toprağı misk, taşı cevherdi. Biz öteden beri Konya’nın tozundan toprağından dert yanarız. Şair Meşamî ise Konya hakkında:
Cennet âbad oldu yine her kenarı Konya’nın
Gülşeni firdevse benzer her baharı Konya’nın
Matlalı söylediği bir manzumesinin şu beytiyle:
Tozuna tânetmeyin ehli basiret olana
Tutyayı İsfahanidir gubarı Konya’nın.
Konya’nın tozuna bile toz kondurmak istemiyor. Konya’dan memnun olmamış gibi görünen şairlerde yok değil. Bunun birisi Eski Valilerden Ayaşlı Es’ad Muhlis Paşa’dır. Konya’ya vilayetle geldiği zaman Cami’nin kıt’asını tahmis ederek Konya’nın ruhaniyetini göklere kadar yükseltmiş iken bir yıl sonra Erzurum’u boylarken de:
Bilir ki Konya’da olmaz küşade goncai kâm
Ne seyri gülsen eder dil, ne meyli bağı Meram.
diyerek gitmiştir. İkinciside yine Ayaşlı Meşhur Şakir’dir. Bu da Konya’dan uzaklaşırken:
Konya’nın Sillesi öyle bizi züreyledi kim
Tokda boynumuzu eğmeye mecbur olduk.
diye şikayet eylemiştir.
Bunlardan birisinin resmi diğerinin ailevi geçirdiği bir sıkıntı tesiriyle Konya’yı beğenmemiş gibi görünmüşlerdir. Şakirin dönüp dolaşıp en sonra yine geldiğini ve Konya’da can verdiğini görüyoruz. Meram’ın bu sayısında Meram ve Konya hakkında şimdiye kadar yayınlanmamış olan dört şairin dört parçasını sunuyorum. Bunlardan birincisi eski Konya Defterdarı Âli’nindir:
Nevbahar eyyamıdır, badeyle câmın vaktıdır.
Servkad, sîmin bedenlerle hıramın vaktıdır.
Cennetâsâ dilküşâ, âlimakamın vaktıdır.
İşü işret etmeye gel kim Meram’ın vaktıdır.
Güller açılmış ta, sünbül zülfün etmiş tarümar
Yar gelsin deyu el açmış dua eyler çınar
Sayesinde oturup bir dilberi eyle kenar
İşü işret etmeye gel kim Meram’ın vaktidir.
Döşeyüb işret bisatın aleme evvel bahar
Bir güzel yüzlü, güler mahbube döndü sebzezar
Sana istikbal için durur şeha servü çinar
İşü işret etmeye gel kim Meram’ın vaktıdır.
İrişüb desti ecel tencamesin çâketmeden
Ya havadis bu gönül tıflini gamnâk etmeden
Meyvai ömrü fena yeli esüp hâketmeden
İşû işret etmeye gel kim Meram’ın vaktıdır.
Şöyle tezyin eylemiştir alemi buyı bahar
Gerdenin eğüp benefşe hayrete varsa ne var.
İster isen kalmasın Ayinei dilde gubar
İşü işret etmeye gel kim Meram’ın vaktıdır.
Yakasın Çakeylemiş bağ içre zanbak gül gibi
Yaseminler Kâkülün dağıttılar zünbül gibi
Kumrular feryad edüptür her seher bülbül gibi
İşü işret etmeye gel kim Meram’ın vaktıdır.
Şehre Konya Gülşeni cennet oluptur serteser
Toprağı san miskü anberdir anın taşı güher
Kim bilir ki bu demi (Âli) yine kimler eder
İşü işret etmeye gel kim Meramın vaktıdır.

İkincisi de Konya Beylerbeyi Mümin Paşa’nın şu parçasıdır:
Hak budur cennet imiş abü havası Konya’nın
Ravzai rıdvan imiş bildim esası Konya’nın
Kal’ai zatülbürucu hayretefzayı cihan
Ta semekten bürcü sevre var binası Konya’nın
Matlaı nuru huda olsa revadır her yeri
Kande baksan hazır olmuş evliyası Konya’nın
Şahid istersen anın darüsselam olduğuna
Hûre nisbetbak peridir mehlikası Konya’nın
Bilmezidim hak bu denlû menbai irfan imiş
Ehli dilden varimiş irfan şinası Konya’nın
Özümü kurban idem şirin eda dildarına
Başka İllerde bulunmaz bu edası Konya’nın
Hak verirse can bu denlu adlü dâd idem dilâ
Âlemi tuta kamu adiü sadası Konya’nın.
Ger civanı, ger Meram’, ger safası (Ahsenî)
Şerholunmaz söylemekle iş burası Konya’nın.

Üçüncüsü de şair Meşamî’nindir:
Cennet âbâd oldu yine her kenarı Konya’nın
Gülşeni firdevse ta’neyler baharı Konya’nın
Aksi balâyı bülendiyle sanevber kadlerin
Gösterir Tûbâ misalin cuybarı Konya’nın
Niçe makbul olmasın bir katra âbın nûşeden
Mürdegâna can verir Mukbil Pinarı Konya’nın
Tozuna ta’netmeyin ehli basıret olana
Tutyayı İsfahanidir gubarı Konya’nın
Tarumar etti kara zülfü Karaman illerin
(Abdi) derler şimdi var bir şehriyari Konya’nın
Baisi cemiyeti erbabı irfansın bugün
Geçmesin sensiz (Meşami) ruzgârı Konya’nın.

Dündüncüsü de Şair Sevadi’nin Konya ve Meram’a temas eden şu beyitleridir:
Ne aceb şehirdir bu hıttai pâk
Ki safasıyla çarh urur eflâk
Harü haşâki cümle sebzevü gül
Bûmu usfûru kumru-vü bülbül
Dağının dameninde sebze-vü bağ
Ki Meram derler ana ehli ferağ
Ne Meram, reşki gülistanı İrem
Gayreti bezmgâhı Kayser-ü Cem
Âli evlerle sebzesi gûya
Ruşen etmiş menazilini sema
Bolluğundan garibe Helva’yı
Yedirir döğe döğe helvayî (1)
Hicrî on birinci asır şairlerinden Sevadî’nin bir mesnevisinden alınan bu son parçaya göre o zamanlar Meram’ın çok mamur olduğunu öğreniyoruz. Meram’daki eski köşkler hakkında söylenmiş öyle güzel tarihlere tesadüf ediyoruz ki bunları da münasip zamanlarda yayınlamaya çalışacağız.

_________
(1) Helvacı

Yanıt

  1. Konya’lı bir babanın ve ege’li bir annenin çocuğuyum.İlkokulu Konya gazi ilkokulunda bitirdikten sonra İstanbul’a göçtük.Halen avukat olarak mesleğimi İstanbul’da icra etmekte ve burada yaşamaktayım.1986 yılından beri Konya’ya gitmedim. Ancakkkkk ben memleketime aşığım ve KONYA’lı olmaktan onur
    duymaktayım.Sedat Çumralı ve Rakım Çumralı babamın dayılarıdır.Çocukluğumun yazları hep Rakım dayımın Meram’daki bağında,Karaaslan’da ki
    çiftliğinde geçti.
    Ben hemşehrilerimin misafirperverliğini,hanedan
    yapılarını,şivelerini,yemeklerimizi kısaca hepinizi özledim.Konyamı özledim….

  2. Sitenizi çok beğendim Konya ve Meram Şimdi çocukluk gençlik devrelerimin geçtiği yıllardan eser kalmadı.Neydi o yıllar Baki kalan kubbede bir hoş seda idi misali hayallerde yaşanır ve yürekler titrer.Saygılar sunarım..Size bir şiirimi gönderiyorum.Ahmet Tekin

    Unuttun Aşkımızı…..

    Yürünürdü sokaklar konuşmadan sessizce
    Utangaç gözlerimiz bakardı birbirine gizlice
    Ellerimiz tutuşunca bir kıpırtı başlardı tenimizde
    Duygular hapsederdi sanki o an bizi bedenimizde
    Unuttun aşkımızı unutup gittin sevdiğim..

    Okul kapısında her gün her son zil çalışında
    Başlar yaşanırdı bu haz bu heyecan
    Tarifi mümkün olmayan duygularda
    Titrerdi ürperirdi yüreklerimiz her an
    Bulutlar üstünden inmek mümkün değildi ki o zaman
    Unuttun aşkımızı unutup gittin sevdiğim…

    Şiirler yazardım sayfalarca aşkımız için
    Defterlerinde saklardın onları özenle niçin
    Ben senin içinim sende benim için
    Sevdamız bitmez bir tanem derdin niçin
    Unuttun aşkımızı unutup gittin sevdiğim..

    Hala aşkının izleri bende mevcut ve derin
    Gülmedim gülemedim senelerce sevdiğim
    Tersyüz etti bu sevda kararttı dünyamı benim
    Ağardı saçlarım bu sevda beni tüketti sevdiğim
    Seninle geçen yıllar artık oldu benim kederim
    Unuttun aşkımızı unutup gittin sevdiğim..

    Aklına gelmez mi şimdi hiç Meram Bağları
    Gölgesinde oturduğumuz yeşil çam ağaçları
    Başını omzuma yasladığın o güzelim yaz ayları
    Unutmak kolay olmuyor tüm yaşananları
    Gözlerime bakıp seviyorum dediğin anları
    Unuttun aşkımızı unutup gittin sevdiğim..

    Şair Ahmet Tekin

  3. MEVLANA’DA SEMAZENLER…..

    Söylemesin;
    Diller,
    Kötü sözleri! ! !
    Birbirine bakmasın;
    Kin dolu,
    İnsanların gözleri…

    Tüm insanlık;
    Neden birbirine,
    Diş biler….

    Dünya’da;
    Tüm insanlar,
    Aynı ÖZ,
    Aynı ÇEKİRDEK..
    Bırakın;
    Bırakın artık,
    Kini nefreti…

    Kinle,nefretle;
    Örtülen,
    O ÖZ,
    O ÇEKİRDEK! ! !
    Söyleyin açar mı ÇİÇEK….
    Kaldırın;
    Örtüleri,
    Filizlensin, açsın;
    O ÖZ’DEKİ;
    ÇEKİRDEK……

    Hepiniz;
    Birer MEVLANA olun…
    MEVLANA’nın ÖZ’ünde ki;
    O IŞIK;
    Tüm DÜNYA ÖZ’lerini
    Kaplasın……..

    Ey İnsanlar;
    Aydınlığa gelin,
    ÖZ BEN’inize dönün..
    ÖZ BEN’iniz de;
    Birleşin……..

    BİLİYORMUSUNUZ! ! ! !
    Sağ olsaydı,
    ÖZ’de de; SÖZ’de de;
    Omuz Omuza,
    EL ELE OLURDU;
    ELLERİNDE,
    İNCİL; TEVRAT;
    KURAN’LA,
    BÜTÜN PEYGAMBERLER! ! ! !

    Sema’da;
    Dünya’da,
    Her şey bir ahenk,
    İçindedir..
    Yaratılmıştır…
    Onun için; Döner,
    MEVLANA’DA,
    Semazenler……..

    Işığı görün;
    Ahengi görün,
    Arınıp, durunup….
    ÖZ’E DÖNÜN
    ALLAHUEKBER, ALLAHUEKBER! ! ! ! !
    BÜTÜN ÖZ’LER;
    BUNU SÖYLER…………..

    (Konya-1996)
    Şair Ahmet Tekin

  4. sitenize teşekkürler..

  5. Yorumlarınızla güç kattınız.
    Ayşegül Öner, Ahmet Tekin ve Recep’e teşekkür ederim.

  6. teşekkür edrim dönem ödevime yardımcı oldu kim hazırladıysa allah razı olsun.

  7. ÇOK ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM.ÖDEVİM İÇİN BANA ÇOK YARDIMCI OLDU.SİTENİZE ÇOK ÇOK ÇOK ÇOK ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM

    • Cevabım geç olacak. Üzgünüm.
      Ne güzel faydalı olması. Ben teşekkür ederim Melek.

  8. çok güzel omuş çok güzel sitenize çok teşekkür ederim

    • Eksik olmayınız. Teşekürler.

  9. çok güzel !!!!…………..

  10. Korkmayın bitmez bu sevda .Sadece şekil değiştirdi ve küçüldü bağlarımız.Lakin üzümümüz de gülümüzde bülbülümüzde kaldığı yerde olduğu şekilde devam eder.Meram’da arayan belasını da bulur Mevlasınıda.Dedemizden yadigar cıbıklarımızı yeniledik güllerimizi çelikledik.Bakmayın gökgörmediğin Meram’da otururum dediğine.Dikdiler o goca goca duvarlı alamet gibi evleri amma siz ne kadar tanırsanız bizde o kadar biliriz o adamları.Diğer türlü horozumuzda durur güvercinimizde tavuğumuzda var at arabamızda.Siz gelin yeter ki görmek isteyin gösterir size Meram istediğiniz herşeyi…

  11. Ben Konyada Dedeler hanının eski, 1950 li yıllarda, sahibi olan
    Bakırcı sülalesindenim, 1948 doğumluyum, bu siteyi tesadüfen buldum, pek fazla bir bilgi yok ama benim çocukluğum meram
    bağlarında geçtiği için çok duygulandım, o ambiansı unutmak
    mümkün değil, Dedem Hazım Bakırcı genç yaşta eşin kaybettiği
    için kahrından sattı bağımızı hemde çok yanlış kişilere ve bizede
    elveda demek düştü o cennet mekana. Bağımızın mevkiini bilmiyorum, o zaman çocuktum, ama bizleri tanıyan ve bana
    bağımızın yerini tarif edebilen biri çıkarsa çok mutlu olacağım.
    Eski konya milletvekillerinden merhum Abdüssamet Kuzucu annem Mukaddes’in eniştesi olur, sanırım ailemizde en fazla tanınan kişi o.
    Tüm Konyalı hemşerilerime selam olsun


Yorum bırakın